Modern bağlamda, çoğumuz büyük ölçekli topluluklarda yaşıyoruz. Örneğin İstanbul’da yaşıyorsak, aslında dar bir alanda milyonlarca insanla çevriliyiz. Aradığımız arkadaşı, sevgiliyi bulmak ve sosyal bağlantılar kurmak için dilediğimiz gibi bakınabileceğimiz milyonlarca insan var.
Ama beynimiz geniş ölçekli modern dünyanın sosyal koşullarından ziyade atalarımızdan kalma dönemlerin adaptasyonlarıyla dolu. 10 bin yıl önce yaşanmış Neolitik devrimden önce bütün atalarımız göçebeydi. Yaşadıkları 150 kişilik klanlarda etrafları akrabalarıyla doluydu. Aynı kişileri hayatları boyunca her gün defalarca, defalarca, defalarca görüyorlardı. Ahlakımız bu ilişkiler çerçevesinde evrildi.
İnsanların birbirleriyle güvene ve iş birliğine dayalı bağlar oluşturmak için evrimleştiği bu küçük ölçekli koşullar altında, herkes birbirine çok fazla ihtiyaç duyuyordu. Dolayısıyla klandan bir kişinin güvenini kaybetmenin yıkıcı sonuçları olabiliyordu. Yaptığınız bir hata sonucu “ocak dışı” kalmanız halinde ise bu, vahşi bir tabiatın içinde yapayalnız kalmak ve büyük ihtimalle ölmek anlamına geliyordu.
Tanıdığımız, güvendiğimiz ve sürekli işbirliği geliştirdiğimiz birinin ihaneti ise yalnızca bizi değil, bütün klanı tehlikeye atıyordu. Yani “aldatılmak” sadece kandırılmak değil, aynı zamanda “sömürülüp güçsüzleştirilmek, yok olma tehdidiyle baş başa kalmak” anlamına da geliyordu. Bu nedenle, küçük gruplar içinde gelişen ahlakımız “ihanet” için çok güçlü ve öfke dolu tepkiler geliştirdi.
Bugün sıradan bir affetme modeline göre süreç şöyle gelişir: ihanet olur, kurban öfkelenir, suçlu suçluluk emareleri gösterir, bunu davranışlarına yansıtır ve belki kurban affeder. Buradaki kilit nokta üçüncü adımda gerçekleşiyor: suçluluğunu gösterme.
Çünkü kendimizi büyük bir tehdit altında hissetmemek için ihanetin bir daha gerçekleşmeyeceğine inanmak zorundayız. Bunun için de ancak suçlu kişinin gösterdiği suçluluk duygusuna bakabiliyoruz. Ve eğer burada eksiklik hissedersek, affetmeye daha az meyilli oluyoruz. Örneğin yapılan araştırmalar, suç sonrasında suçluluktan ziyade utanç gösteren kişilerin daha zor affedildiğini gösteriyor.
Nedeni anlaşılır; çünkü her ne kadar suçluluk ve utanç benzer kaynaklara sahip olsalar da, suçluluk duygusu daha çok “yapılmış yanlışa” odaklanırken, utanç duygusu daha çok “başkaları tarafından olumsuz bir şekilde yargılanma kaygısına” dayanıyor. Dolayısıyla utanç duyan birisi, yaptığından ziyade, “bu ortaya çıktığı için” utanç duyuyor olabilir. Bizi aldatan kişinin utanç duymasını tabii ki isteyebiliriz, ama bu utancın, suçluluk duygusunu aşmaması gerektiğini de hissederiz.
Sonuç olarak, ihanet; kendimizi bıraktığımız, güvendiğimiz, rahatça arkamıza dönebildiğimiz birisinin bizi kandırması, yanıltması zaten başlı başına acı verici bir deneyim. Ama beynimizin içindeki kadim bağlantılar nedeniyle hepsini ekstra acı ve öfke sosuyla beraber yiyoruz.
Alıntı: Glenn Geher - Why Betrayal Is So Devastating
Görsel: Giotto Di Bondone - Kiss of Judas