top of page

Ben kimim?

ben kimim.jpg

Bir efsaneye göre, Girit'ten muzaffer dönen Theseus'un gemisi, hatıra olarak uzun süre Atina'da sergilenir. Zamanla geminin tahtaları çürür, yenileriyle değiştirilir. Öyle ki, bir gün geminin değiştirilmedik hiçbir parçası kalmaz.

 

Filozoflar bu fırsatı kaçırır mı, hemen sorarlar: Bütün parçaları farklılaşmış gemi hala Theseus'un gemisi midir?

 

Yoksa ona artık başka bir gemi diyebilir miyiz?

 

Diyelim ki, hala aynı gemi olduğunu iddia ediyoruz, peki eğer birisi eski parçaları saklamış olsaydı ve o parçaları birleştirip ikinci bir gemi yapsaydı, hangisi Theseus’un gemisi olurdu?

 

 

Belki benliğimiz de Theseus’un gemisi gibidir; hatıralarımızdan, düşüncelerimizden, arzularımızdan, duygularımızdan ve fark edemediğimiz diğer parçalardan oluşan ve sonucunda bizi veren bir denklem.

 

Zaman, denklemin her bir parçasını sürekli değiştirdiği için sonucunu da sürekli değiştiriyor.

 

Mezun olduktan sonraki ben, askere gittikten sonraki ben, Dostoyevski okuduktan sonraki ben, terk edildikten sonraki ben, evlendikten sonraki ben, anneannem öldükten sonraki ben, Gezi’den sonraki ben, Ankara Garı patlamasından sonraki ben, hep farklı.

 

Bir yıl sonraki ben de bugünkünden farklı olacak. Trajik değişimler yaşamazsam şimdiki bene çok yakın birisi olacak bir hafta sonraki ben.

 

Ama şu an geçmişteki hiçbir ben’in özdeşi olmadığım gibi, gelecekteki hiçbir benin de özdeşi olamayacağım.

 

Ben kimim?

 

Bunu sadece şu an için söyleyebilirim.

 

Son nefesimi verirken oluşturduğum bütün benler toplanıp tek bir duyguya dönüşür belki,

 

Belki Anathema’nın o beş mısrasını anımsarım sonuncu ben giderken:

 

 

Bizler, yalnızca birer anız zamanın içinde;

bir gözün kırpılması,

bir körün rüyası,

ölmekte olan bir beynin görüntüleri.

Umarım anlamazsın.

Yazının orijinali: Ben kimim

Ben Kimim

Ortaya bir mektup

onaylanma.jpg

Belki böyle yazarak kalpsizce davranıyorum. Belki dünyanın en kötü insanıyım. Öyle bile olsa, bu benim sorunum olurdu. Senin sorunun ise herkes gibi sevgi istediğinde, buna gerçekten delicesine ihtiyacın olduğuna ve sevilmenin bütün sorunlarını çözeceğine inanman. Ama sevgiye gereksinimin nedeni karşındaki insanın niteliklerinden kaynaklanmıyor; ihtiyaç duyuyorsun çünkü zayıf ve çaresizsin, kendi başının çaresine bakamayacağını varsayıyorsun. Evet, zayıfsın. Kesinlikle ve kesinlikle kendi düşündüğün şekilde sevilmeyi talep ediyorsun; çünkü sadece sevginin seni ölümden beter bu bataktan kurtarabileceğine inanıyorsun.


Ama kurtaramaz.


Keşke o ısrarla talep ettiğin sevgiyi, senin için önemli birisinin sana vermesini sağlayabilseydim. O zaman bunun işe yaramadığını kendi gözlerinle görebilirdin. O koşullar altında kendini yine de batmış hissederdin. Neden biliyor musun? Yaşamın boyunca kendin için bir şey yapmadıkça, sadece dış kaynaklardan beslenmeye çalıştıkça kendine asla yardım edemezsin ve sürekli başkalarının insafı altında çaresizlik içinde debelenirsin.


Hoşuna gitsin ya da gitmesin kaya gibi gerçektir bu; hiç kimsenin seni talep ettiğin şekilde sevmesini sağlayamazsın. Diyelim bir mucize oldu ve sağladın; bu sefer de bu kişinin ölmesinden, seni terk etmesinden ya da eskisinden daha az sevmesinden korkar ve yine aynı berbat kaygıyı duyarsın.


Hayatın, bu kaygı sarmalında parmaklarının arasından akmaya devam eder.


Bu sorununun tek bir çözümü var: kendini mutlu olmaya layık ve değerli görmek için başkalarının onayını almak zorunda hissetmekten vazgeçmek.

 

Bundan vazgeçmedikçe ilişkilerini berbat etmeye ve çok kaygılı insanların yaptıkları diğer yıkıcı şeyleri yapmaya devam edeceksin.


Demek ki bugün burada bir seçim yapman gerekiyor. Ya talep ettiğin gibi sevilmen gerektiğini düşünmeye devam edip soylu bir şekilde kendini yok edersin, ya da başkaları tarafından onaylanmak ne kadar hoş olsa da, buna ihtiyacın olmadığını anlamaya başlarsın.


Ancak unutma; sadece ikinci durumda, karışık hayatını yeniden kurmak için bir şansın olur.


Sevgiler.

Yazının orijinali: Ortaya bir mektup

Ortaya bir mektup

Empati bu değil

empati_bu_değil.jpg

Gündelik söylemlere baktığımızda insanların empatiden anladıkları şeyin, başkasının ayakkabılarını giymek yerine, kendi beyinlerini; dolayısıyla zihinsel yetilerini onların bedenine ışınlamak olduğunu fark ederiz.

 

Bir buluşmaya davet edilmediği için gücenen ve kendisini onlardan uzaklaştıran kişi için arkadaşı şunu söylüyor:

 

“Benim de davet edilmediğim oldu ama hiç kendimi sevdiklerimden uzaklaştırmadım.”

 

İşkolik ve girişken bir adam, daha yeni mezun olmuş ama yoğun anksiyete nedeniyle bir yere CV'sini gönderemeyen utangaç gençle empatiyi kendince şöyle kuruyor:

 

“Ben onun yerinde olsaydım; yazardım hemen mükemmel bir CV, kabul edilene dek milletin kapısının önünde yatardım."

 

Son günlerde en sık söylediğimiz ve duyduğumuz ise;

 

"Madem şiddet görüyor, koyuversin canım adamı kapının önüne! Ben olsam bir dakika durmam, kalıyorsa demek ki hak ediyor."

 

Psikolojik beklentilerin aksine fiziksel beklentilerimiz konusunda pek sorun yaşamayız. Örneğin cılız biri için “ben onun yerinde olsam şu buzdolabını tek başına taşırdım” demeyiz. Boyu kısa birini, “o dolabın tepesine sandalye kullanmadan da erişebilmeli” diye eleştirmeyiz.

 

Ama insanların hangi zihinsel engellere takıldıklarını fark edebilme konusunda yetersiziz. Empati kurmaya kalktığımızda da çoğunlukla yaptığımız, kendi zihinsel becerilerimizi diğer kişinin hayatında düşlemek oluyor.

 

Oysa herkes, bambaşka bir maceranın içinde sürükleniyor.

 

Ne hayatında tek bir gün ebeveyn sıcaklığı yaşamadığı için sevilmeyi sindiremeyen kişinin, ne de geçmişin bütün karanlık anılarını her gece zorlantılı bir şekilde ziyaret etmek zorunda kalan birinin umutsuzluğunu anlayabilmek kolay değil. Oysa bunlara benzer farklı konularda azınlıkta kalmanın güvercin kırılganlığıyla yaşıyoruz bir çoğumuz.

 

Peki her birimiz farklı zihinsel engellerle mücadele ederken, nasıl hissedebileceğiz birbirimizi?

 

Aynı ortak duyguyu anımsayarak.

 

Deneyimlerimiz ne kadar farklılaşırsa farklılaşsın, duygularımız ortak çünkü.

 

Örneğin ne kadar farklı nedenlerle olursa olsun, her birimiz çaresizliği biliriz. En çaresiz anımızdaki hayalimizin basitliğini hatırlarız.

 

En büyük hayalimin, sadece on beş dakika müzik dinleye dinleye sahilde yürümek veya bir arabanın açık penceresinden yüzümü rüzgara üfletmek olduğu günleri anımsıyorum.

 

En büyük hayalimin, fiziken hiçbir engelim olmadığı halde kollarımı ileriye doğru birkaç santim itebilmek ve bir başka canlıya dokunabilmek olduğu çaresiz günlerimi anımsıyorum.

 

Davet edilmediği için kendisini dışarıya kapatan bir insanın muhtemelen en büyük hayali arkadaşlarının yanında kalabilmektir.

 

Üniversiteden yeni mezun olmuş gencin en büyük hayali muhtemelen CV doldurup gönder tuşuna basabilmektir.

 

Bunlar, kimilerine çok basit eylemler gibi görünebilir. Muhakkak öyledir, lakin zorluklarını yaşayanlar bilir.

 

Kustarica'nın Arizona Rüyası'ndaki genç şöyle der,

 

"Hiç unutmam, babam demişti ki, 'eğer bir gün birinin ruhunu görmek istersen sana hayallerini göstermesini istemelisin.'"

 

"Böylece senden daha beter bok içinde yüzenlere karşı merhametin olur."

 

Başkalarının çaresizlik hissettiği konular bize yabancı veya basit geldiğinde kendi çaresizlik anılarımıza dönmek ve hayallerimiz basitliğini hatırlamak, karşımızdaki insana üstenci ve kibirli bir şekilde acımaktan ziyade merhamet duymamızı sağlayabilir.

 

Sonuçta, Arizona Rüyası'nın açılış şarkısında dediği gibi:

 

"Hepimiz aynı ölüm arabasının canlı yolcularıyız."

 

 

Alıntılar:

 

Emir Kustarica - Arizona Rüyası

Iggy Pop, Goran Bregovic - In The Deathcar

Yazının orijinali: Empati bu değil

Empati bu değil

Ne garip şey

ne garip şey.jpg

Madagaskarlıların eski bir mitosuna göre Tanrı Driananaharri canlıları yaratmak istemiş. Oğlu Ataokoloynona’yı (Ne Garip Şey) i yeryüzünün koşullarını incelemesi, yeryüzünde canlıların yaşayıp yaşamayacağına bakması için dünyaya göndermiş.

 

Ataokoloynona, gökten yere inmiş ama yeryüzü öyle sıcakmış ki, dayanamamış serinlik bulabilmek için yerin içlerine dalmış, bir daha da dönmemiş. Tanrı, oğlunu beklemiş, beklemiş, dönmediğini görünce, uşaklarını, oğlunu aramaları için yeryüzüne göndermiş.

 

Tanrının uşakları, yeryüzünde binbir zorluk içinde tanrının oğlunu arayıp durmuşlar. Bu arada üreyip çoğalmışlar da. Ama ne yapacaklarını bilmiyorlarmış. Hem Ataokoloynona’yı bulamadıklarını bildirmek, hem de artık ne yapmaları gerektiğini öğrenmek için tanrıya ulaklar göndermişler, hala da ulak gönderip duruyorlar.

 

Ama gidenlerden hiçbiri geri dönmüyor.

 

Onlar da, ne yapacaklarını bilemediklerinden tanrının oğlunu, Ataokoloynona’yı, yani Ne Garip Şey’i aramaya devam ediyorlar.

 

İoanna Kuçuradi, “Sanata Felsefeyle Bakmak” adlı eserinde bu mitosu diğerlerinden ayıran özelliği şöyle açıklıyor:

 

İnsanlar rastlantı sonucu buradadırlar. Kendileriyle, varlıklarıyla hiçbir ilgisi yoktur dünyanın. Hiçbir şey onlar için yaratılmamıştır ve varolmaları temelde hiçbir şeyini değiştirmiyor dünyanın.

 

Binlerce yıl önce, Afrika'nın küçük kabilelerinde yaşayan bir grup insanın, varoluşa, hayatın anlamına ve ölüme dair trajik ama bilgece açıklaması, ne zaman akılma gelse büyülüyor beni.

 

 

Yazan: Emre Özarslan (Huzursuz Beyin)

 

Alıntılar: İoanna Kuçuradi - Sanata Felsefeyle Bakmak

Yazının orijinali: Ne garip şey

Ne garip şey

Biten bir maceranın tuhaf hüznü

jou.jpg

1. “Seul’u hiç sevmedim. Hong Kong, Singapur veya Bangkok’ta hissettiğim o özel hissi asla vermedi bana. Peki neden şimdi buradan ayrılırken kendimi böyle üzgün hissediyorum?”

 

Dünyanın bütün ülkelerini gezmek amacıyla yola çıkan ve bu deneyimini kitaplaştırıp en çok okunan yazarlar arasına giren Chris Guillebeau, Seul’dan ayrılmak için havaalanına giderken böyle düşünüyordu.

O güne dek 168 ülke gezen 33 yaşındaki genç maceraperestin hedefini tamamlamasına sadece 25 ülke kalmıştı.

2. Yüzüncü durak olan Sri Lanka ziyaretini dün gibi hatırlıyordu. Vardığında Jetlag yaşamış, akşam üstü 4’te uyuyup gecenin köründe uyandığı için sabaha kadar otelin plajında kitabını yazmıştı. “Bu” dedi, “68 ülke önceydi. Zaman nasıl da çabucak geçti.”

 

Aslında bitirmeye hazırlıksız değildi. Gittiği her ülkede ona aynı soruyu sormuşlardı, “hedefini gerçekleştirince ne yapacaksın?” Önceleri geçiştirirken, sonunda en iyi cevabı bulmuştu:

 

“Beğendiğim ülkeleri yeniden gezeceğim. Kaldı ki seyahat etmek benim hayatımın sadece bir parçası.”

 

 

3. Doğru bir cevaptı bu. Artık ülkeleri teker teker gezmek zorunda kalmayacaktı. Dilediği ülkeye gidebilecekti. Peki neden özgürleştirici bir ferahlık yerine bu kadar hüzünlü hissediyordu?

 

Tiyatrocu bir arkadaşının sözlerini hatırladı:

 

“Bir oyun bittiğinde, onu sevmesem, hatta o an kafamda başka bir oyunla ilgileniyor olsam bile perdeler son kez kapanırken hüzün kaplar içimi. Çünkü sadece oyuna değil, büyük emek harcadığım, hayatımın yoğun bir dönemine de elveda dediğimi bilirim."

 

 

4. Durumunun bilincine varan Chris, bir sonraki durağı olan Özbekistan’dan ayrılırken havaalanındaki bütün havayı içine çekti ve kendi kendine şöyle dedi: “bu yeri ve bu zamanı iyi kaydet aklına. Bir daha asla görmeyeceksin.”

 

Hepimiz hissetmişizdir bu hüznü; hiç bitmeyecekmiş gibi görünen üniversiteden mezun olurken, bizi yıpratan sevgiliyi terk ederken, büyük umutlarla başka bir ülkeye göç ederken veya yıllardır sürdürdüğümüz işimizi bırakıp güneye kaçarken.

 

En sevineceğimizi düşündüğümüz anda peydahlanır derinlerden, büyük bir macerayı bitirmenin hüznü.

 

Çünkü her büyük maceranın bitimi, en büyük macera olan yaşamımızın sonunu hatırlatır bize.

 

Ve iyi kaydetmemiz lazım aklımıza her yeri ve her zamanı.

 

Bir daha görmeyeceğiz asla.

 

 

Alıntılar: Chris Guillebeau - The sense of loss in a big adventure

Yazının orijinali: Biten bir maceranın tuhaf hüznü

Biten bir maceranın

Otuz yaş sendromu yanılsaması

hoku.jpg

Japonların büyük sanatçısı Hokusai, hayatı boyunca 30 binden fazla resim yapar, yine de bu üretken adam seksenlerine geldiğinde kendisinden memnun değildir:

 

"Yetmiş yaşından önce resmini yaptığım bütün o şeyler arasında sözünü etmeye değecek bir tek şey yok. Yetmiş iki yaşında kuşların, hayvanların, böceklerin ve balıkların gerçek nitelikleri ve otlarla ağaçların canlı doğaları üzerine nihayet bir şeyler öğrendim. Yüz yaşına gelince mükemmel olacağım."

 

Hokusai, hayatı boyunca ölüp dirilmesini sembolize edecek şekilde kimilerine göre otuz, kimilerine göre altmış farklı imza kullanır. On dört yaşında Gius imzasıyla çizimlere başlayan ünlü yazar Eduardo Galeano ise, bir roman denemesi sonrasında yaşadığı başarısızlıktan sonra nasıl "Galeano" soyadını aldığını anlatırken Hokusai'den bahseder:

 

"Sonra pek çok kere öldüm ve yeniden doğdum. Hokusai, göz kamaştırıcı Japon sanatçı, altmış kez yeniden doğuşuna işaret etmek için altmış farklı isim seçmişti. Bende onun cesareti yok; ne de ondaki yeteneğin gölgesi."

 

Büyük tarihçimiz Halil İnalcık'ın yüz yaşında verdiği röportajı hatırlıyorum. "Hayatınızda bir gün tembellik ettiniz mi?" diye sorulduğunda şu cevabı verir:

 

"Hayır. 72 kitabım var, çoğunu 80 yaşından sonra yazdım."

 

İnalcık Hoca, yüz yaşında bile hala hoca olarak faaldir; yedi doktora öğrencisi bulunur, daha yeni makaleleri yayımlanmıştır. Gülümseyerek anlatır:

 

"Bir şeye aşık oldunuz mu her şeyi unutursunuz işte. Uykunuzu, sıhhatinizi... Ama hedefe varmak için ömür, onun için de iyi sıhhat lazım."

 

Sık sık otuz yaş sendromuna girmiş, artık hayatı ıskaladığına inanan, kendisini yetersiz, başarısız, ezilmiş hisseden veya hayatında büyük değişiklikler yapmak istediği halde bundan korkan arkadaşlarımdan mesajlar alıyorum.

 

Oysa, zamanımızın aşıladığı rekabetçilik ve mutluluk zorunluluğu ne derse desin, otuzlu - kırklı yaşlar, bir vazgeçme durağı, bir bitiş çizgisi olmak zorunda değil.

 

Gençliğin hormonal dalgalanmalarından kurtulan insanların daha akıllı ve olgun kararlar verebildiği, daha anlamlı işlere ve ilişkilere adım atabildiği bir dönem de olabilir.

 

Hayat, sembolik olarak onlarca kez ölüp, yeniden doğduğumuz bir maratonsa, bu maratonun sonuna yaklaşanlar bize sıklıkla aynı öğüdü verir: "aradığınız şey çoğunlukla bir insan, bir meslek, bir ünvan değil; bir amaç, bir neden."

 

Çünkü, Nietzsche'nin yazdığı gibi; yaşamak için nedeni olan, nasılına da katlanıyor.

 

Otuzlu yaşlar bu nedeni bulmak ve peşinde koşmak için hiç de geç sayılmaz.

 

 

Alıntılar:

 

Eduardo Galeano - Aynalar

Eduardo Galeano - Biz Hayır Diyoruz

Hürriyet - 100 yaşındaki bilge Halil İnalcık: Bu sıkıntılı devir geçecek

Friedrich Nietzsche - Putların Alacakaranlığı

Yazının orijinali: Otuz yaş sendromu yanılsaması

Otuz yaş sendromu

Jung'a göre mutluluğun beş maddesi

jung ve mutluluk.jpg

Princeton Üniversitesi'nin yayımladığı C.G. Jung Speaking adlı kitapta ünlü psikanalistin elliden fazla röportajı bulunuyor. 1960 yılında yapılan bir röportajda Carl Jung’a insanda mutluluğu sağlayan temel faktörler soruluyor. Kendisi bu maddeleri şöyle sıralıyor:

 

1. Fiziksel ve mental sağlık

2. Samimi bireysel ilişkiler

3. Sanattaki ve doğadaki güzelliği algılayabilme yeteneği

4. Makul yaşam standartları ve tatmin eden bir meslek

5. Hayatın iniş çıkışlarıyla başa çıkabilmek için felsefi veya dini bir bakış açısı

 

Yazması ve okuması kolay, sağlaması epey zor bir liste. Daha da sorunlu kısmı şu; mutluluk hemen dağılmaya yatkın, narin bir çiçek gibi. Şöyle açıklıyor Jung,

 

“Mutsuzluğun nedenleri listesini yapsak elbette çok daha uzun olurdu. Hoşlandığımız ve korktuğumuz şeyler her an yanı başımızda bizi beklerken, aradığımız ve tutkuyla istediğimiz şeyleri hem zor elde ederiz, hem de hemen kaçar elimizden. Üstelik onlara sahip olduğumuzda o kadar mükemmel olmadıklarını fark ederiz.”

 

Üstelik mutluluğu yaratan bütün koşullar, bazı durumlarda tam tersini de yaratabiliyor. Mevcut durumumuz ne kadar ideal olsa da mutluluğu garantileyemiyor. Biyolojik veya psikolojik dengemizdeki ufak bir bozulma bile mutluluğumuzu yok etmeye yeterli olabiliyor. Jung, buna örnek olarak “anlatılamayan ve açıklanamayan can sıkıntısını" gösteriyor.

 

“Sağlığımız iyi olsa da, finansal durumumuz güçlü olsa da, ailesel ilişkilerimiz sorunsuz olsa da düşebiliriz bu can sıkıntısının pençesine."

 

Jung, son maddedeki felsefe ve inançlar konusunda önemli olanın ahlaklı bir yaşam olduğunu belirtiyor, çünkü ona göre mutluluğa önyargılı fikirlerle ulaşmak imkansız.

 

"Kişiliğin Gelişimi" adlı eserinde "Manevi bir amaç, manevi sağlığının kesin gerekliliğidir." diyen psikanalist için felsefi veya inançlı bakış açısının mutlaka seçilen felsefeye veya inanca uygun ahlakla birlikte sağlanması gerekiyor. Jung, röportajında, eylemsiz bir inancın mutluluk üzerinde hiçbir etkisinin olmayacağını vurguluyor.

 

Röportajı yapan adam "evlilikten sonra bile mutlu olabilir miyiz" diye muzipçe sorunca, Jung, "Manevi değerler arasında en ele geçmez olanı o!" diyor ve ekliyor:

 

“Ancak gerçek şu ki, gündüz kadar gece de olacak hayatımızda. En mutlu hayatta bile mutlu günleri karanlık gecelerin varlığı olmadan ölçemeyiz."

 

"Mutluluğu aramamız anlaşılır pek tabii, ancak akla uygun değil; çünkü ne kadar kasten ararsak, bulamamayı o kadar kesinleştiririz. Bu nedenle olayları olduğu gibi sabırla ve soğukkanlılıkla kabul etmek daha iyidir. Nasıl olsa arada bir şansın torbasından bizim için de eğlenceli bir şeyler çıkacaktır.”

 

Jung, röportajın sonunda bastonunu çıkarır ve ucunda yer alan kendi kuyruğundaki çiçek içindeki inciyi yakalamaya çalışan ejderhayı gösterir:

 

"Bak işte bu ejderha, şansın sembolü. Ben asayı çevirdikçe o da sürekli çiçeğin içindeki incinin peşinden koşuyor. Ama asla yakalayamayacak, çünkü kendi kuyruğu."

 

"Ne kadar da demin bahsettiklerime benziyor değil mi? "

 

 

Alıntılar:

 

Princeton University Press - C.G. Jung Speaking

Yazının orijinali: Jung'a göre mutluluğun beş maddesi

Jung'a göre mutluluğun

Ölümü düşünmek bizi koruyabilir

death.jpg

Filozofların ölüm üzerine düşünmenin hayatımızı zenginleştirdiğine dair fikirleri ünlüdür. Cicero, "Felsefe yapmak ölüme hazırlanmaktır" derken, Seneca "vazgeçmeye hazır ve istekli olanlar dışında hiç kimse hayatın gerçek tadını alamaz" der.

 

Heidegger ise ölümlülüğümüzün farkında olmanın bizi bir varoluş şeklinden daha yüksek olana geçirdiğine inanır. Ona göre dünyada iki türlü temel varoluş şekli bulunur:

 

1. Var olmayı unutma durumu

2. Var olmayı düşünme durumu

 

Genellikle bulunduğumuz durum, varolmayı unutma durumudur. Heidegger’in “otantik olmama” dediği bu durumda, gündelik hayatın kaygılarıyla gereksinimleri arasında koşturup durur, alışkanlıklarımızı yineler, rutinimize devam ederiz. Kendi varoluşumuz hakkında sorumluluk hissetmeyiz, bir şeylerden kaçar, başka bir şeylerin içine düşer, sürüklenip dururuz.

 

Var olmayı düşünme durumunda ise kişi kendi olanaklarını fark eder, sınırlarını kabul eder, mutlak özgürlük ve yoklukla yüzleşir ve onların karşısında endişelenir. Endişe duyduğu bu durum, onun hayatı daha özenli ve yoğun yaşamasına neden olur.

 

Kişinin var olmayı unutma durumundan var olmayı düşünme durumuna geçmesi genellikle kritik bazı olaylardan sonra gerçekleşir. Bu listenin başında, ölümle yüzleşme bulunur. Çünkü ölüm bize süreksizliğimizi hatırlatır. Sonsuz olmamak ise bugünkü seçimlerimizin önemini. Aziz Augustine “İnsanın gerçek benliği ancak ölümün karşısında doğar” der.

 

Irvin Yalom, Varoluşçu Psikoterapi kitabında “ölümün fizikselliği insanı tahrip etse de, ölüm fikri onu korur.” der. Sürüklenip durduğu boş bir hayat yaşamaktan korur.

 

Benim deneyimim ise o kadar kritik değildi. Tarihin en büyük entelektüellerden biri sayılan Umberto Eco ile yapılmış bir röportajı okuyordum. “Hayat, her kitabı okumak için çok kısa. Kim Kitab-ı Mukaddes’i’ i başından sonuna kadar okumuştur ki? Benim okuduklarım üçte birini geçmez.” demişti. Çok şaşırmıştım, yani koskocaman Umberto Eco, bugüne kadar binlerce kelime döktüğü, kitaplarında incelediği Kitab’ı Mukaddes’i tamamen okumamış mıydı?

 

Ben bile – arada sıkıntıdan ağladıysam da- Tekvin'den Vahiy'e kadar hepsini okumakla övünüyordum ama artık aptalca geliyordu.

 

Çünkü sanki sonsuz zamanım varmış gibi kendimi parçalaya parçalaya kitap okumanın bir anlamı yoktu. Ölene kadar daha kaç kitap okuyabilecektim ki, kaç film izleyebilecektim? Sonra bu liste sevimsizce uzadı; sevdiklerimle kaç yılbaşı daha kutlayabilecektim ve daha kötüsü, bir Fenerbahçeli olarak kaç şampiyonluk sevinci daha yaşayabilecektim?

 

O gün bugündür kitaplara devam etmek için kendimi zorlamıyorum. İsterse Pulitzer ödüllü olsun, eğer kendimi akışına kaptıramıyorsam, bir kenara bırakıyorum. Aynısı diziler, filmler ve albümler için de geçerli.

 

Muhakkak arada çok iyi eserler kaçırmışımdır ama şundan eminim; okumaya, dinlemeye, izlemeye devam ettiğim her şeyi bayıla bayıla yaptım.

 

Hayat, bazı kitapları okumak, bazı dizileri izlemek, bazı işlere katlanmak ve bazı ilişkileri sürdürmek için çok kısa.

 

Ve bunu fark etmek ve harekete geçmek için ölümlülüğümüz sahip olduğumuz en iyi rehberimiz olabilir.

Alıntılar:

Martin Heidegger - Varlık ve Zaman

Irvin Yalom - Varoluşçu Psikoterapi

Umberto Eco, J. C. Cariere - Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın

Yazının orijinali: Ölümü düşünmek bizi koruyabilir

Ölümü düşünmek bizi

Ölüm korkusu ve özel olma

ölüm anksiyetesi.jpg

Psikoterapist Irvin Yalom'a göre ölümlülüğümüzün bilincinde olan canlılar olarak hepimiz ölüm anksiyetesiyle karşılaşırız.

 

Anksiyeteyle karşılaşınca da bastırma, yer değiştirme, dinsel inançlar gibi farklı yöntemleri kullanarak veya bize ölümsüzlüğü sembolik olarak verecek yollara girişerek bu anksiyetenin üstesinden geliriz.

 

Bu yöntemler yetersiz kaldığında ise savunmamız sertleşir.

 

Yalom, ölüme karşı güvende hissetmek için iki temel savunma stratejisi güttüğümüzü söyler: ya özel olduğumuza ya da nihai kurtarıcımıza inanırız.

 

Özel olduğumuza inanırsak, kendimizi herkesten, dolayısıyla herkesin başına gelen kaderden ayırırız; nihai kurtarıcıya inanırsak, onun içinde eriyip yok oluruz.

 

Otto Rank, "kişi ya doğada sivrilerek ya da bir güçle birleşerek güvenlik arar. Ya kendi babası olur ya da ebedi oğul olarak kalır." der. Erich Fromm ise güvenlik arayan insanı “güç için yanıp tutuşan” ya da “teslimiyeti arzulayan” diye anlatır.

 

Kendilerinin özel olduğuna inanan insanlar, bu sayede büyük riskler alabilirler. Güç kazandıkça da hem ölüm korkuları hafifler hem de özel olduklarına dair inançları pekişir.

 

Ünlü yazar Kazancakis böyle biridir. Yarattığı unutulmaz Zorba karakterinin ağzından hayat görüşünü duyarız:

 

”Eğer bir rahip bana günah çıkarmak ve benimle sohbet etmek için gelirse, ona ortadan kaybolmasını söyle ve bana beddua etsin!"

 

"Benim gibi insanlar binlerce yıl yaşamalı!”

 

Ancak bu tür zorlantılı kahramanlıkların en bilindik örneği kesinlikle Ernest Hemingway’dir.

 

Hayatı boyunca, bütün tehlikelerden muaf olduğunu ispatlamaya çalışırcasına en riskli ortamlara kendisini fırlatır.

 

1. Dünya Savaşı’na katılmak ister, gözü bozuk diye alınmayınca bu sefer savaşta ambulans şoförlüğü yapar. Yanında patlayan toplardan sağ kurtulur. Savaş alanında asker arkadaşını kurtardığı için cesaret madalyası alır. Bu anısını mektupla bir arkadaşına anlatırken şöyle yazar:

 

"Bazen savaşta ön saflarda büyük bir gürültü duyarsın, ben de aynı gürültüyü duydum; ardından ruhumun sanki bir mendilin cepten çekilişi gibi benden çekildiğini hissettim. Son olarak ise ruhumun bir bütün halinde tekrar bedenime döndüğünü fark ettim ve de o andan itibaren benim için ölüm yoktu."

 

Savaştan sonra muhabirlik yapar ve en tehlikeli yerlere gider. 1922 yılında savaş sırasında İstanbul’dadır. 1936’da İspanya İç Savaşı’nda. 1944’te Almanya teslim olurken yasak olduğu halde aktif olarak savaşta yer aldığı için askeri mahkemede yargılanır.

 

Yalom’a göre Hemingway’in bu kadar cesur olmasının sebebi hiçbir şeyden korkmaması değil, hiçlikten korkmasıdır.

 

Hemingway’in seçim şansı yoktur, dürtüleriyle hareket eder. Ölüme dürüst bir şekilde bakan herkes içgörü ve bilgelik kazanır ama bu, Hemingway için söz konusu değildir.

 

O bir tehlikeden diğer tehlikeye atlarken aslında durmaktan ve sıradan olduğunu fark etmekten kaçar.

 

Nitekim sağlığı bozulmaya başlayınca depresyona girer ve eşinin saklamasına rağmen silah bulup intihar eder.

 

Bir insanın ölüm korkusu nedeniyle intihar etmesi paradoksal görünebilir ama Yalom'a göre bu nadir değildir. İntihar, bize, hayatın dayattığı zorbalık karşısında en azından kendi ölümümüzü seçebilme özgürlüğünü verir.

 

Ölüme karşı özgürlük ihtiyacı Hemingway gibi, Nikos Kazancakis'in mezar taşında da kendisini gösterir:

 

“Hiçbir şey istemiyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum. Özgürüm.”

Alıntılar:

 

Irvin Yalom - Varoluşçu Psikoterapi

Britannica - Ernest Hemingway

Yazının orijinali: Ölüm korkusu ve özel olma

Ölüm korkusu ve özel olma

Ölmek zorunda olmam ne yazık

paint.jpg

“Tanıdığım en bilge adam ne okuma ne de yazma biliyordu.”

 

1998 yılında Nobel kazanan Jose Saramago'nun ödül konuşması bu cümleyle başlar. Konuşmanın ilk bölümünü çocukken dünyada her şeyi bilen tek kişi olduğuna inandığı dedesine ayırır:

 

"Sabahın dördünde yatağından kalkar, karısı ve kendisinin geçimini sağlayan yarım düzine domuzu otlatmaya giderdi."

 

Küçük Jose de dedesine yardım eder, sebze bahçesinde toprak kazar, ateş için odun keser, su pompalayan büyük demir çarkı çevirip dururdu.

 

Bazen dedesi, Jose'ye "bu gece incir ağacının altında uyuyoruz" derdi. O geceleri unutamazdı; dalların arasından sızan yıldızların görüntüsünü ve dedesinin yumuşak sesinden duyduğu hikayeleri. Neler dinlememişti ki uykuya dalmadan hemen önce; efsaneler, dedikodular, atasözleri, ölenler, bir önemi yoktu, dedesi ne anlatırsa anlatsın, hepsi ninni gibi gelirdi.

 

Dedesinden duyduğu hikayeler nedeniyle kötü rüyalar gördüğünde ise imdadına ninesi yetişirdi, “kafanda büyütme onları sakın" derdi, "rüyalarda gördüğün hiçbir şey gerçek değildir.”

 

Her sabah uyandığında önüne bir fincan kahve ve bir parça ekmek koyan ninesi de bilge bir kadındı. Ama dedesi başkaydı, çünkü o hikayeler anlatırdı: incir ağacının altında yanında torunu Jose ile uyuyan ve bir sözüyle dünyayı yerinden oynatan adamdı o.

 

Birkaç yıl sonra dedesi ölür. Artık yetişkin olan Jose, büyükannesinin ziyaretine gittiğinde fark eder, kendisine rüyalardan korkmamasını söyleyen o yaşlı ve bilge kadın da aslında her zaman inanmıştır gördüğü rüyalara.

 

Bir gece, ninesi kulübenin önünde oturup, gökyüzündeki bütün büyük ve küçük yıldızları yavaş yavaş süzdükten sonra sessizce şöyle söyler:

 

"Dünya ne kadar güzel bir yer. Ölmek zorunda olmam ne yazık."

 

Ninesinin, çetin koşullarda fakirlik içinde geçirdiği hayatı bitmek üzereyken hayatın güzelliğini sanki ilk ve son kez görüyormuş gibi üzülmesi şaşırtır Jose'yi. Ama yılar geçtikçe anlar onu.

 

Çünkü o ev, bugünkü evlere benzemez; içinde yaşayan insanlar sanki çocuklarıymış gibi uyumuşlardır domuzlarıyla birlikte; Jose'nin dedesi, öleceğini hissettiğinde bahçesindeki ağaçlarla teker teker vedalaşmış, onları kucaklamış ve ağlamıştır bir daha onları göremeyecek diye.

 

Jose Saramago'nın tanıdığı en bilge insanlar bunlardır işte; bir köyden ibaret küçük dünyalarını bin bir emekle dokuna dokuna, yoğun yoğun yaşamış ve bu dünyadan kızgınlıkla, pişmanlıkla, korkuyla değil, hayranlık dolu bir hüzünle ayrılmış insanlar. Bana Nazım Hikmet'in "Yaşamaya Dair" şiirinin son kıtasını hatırlatırlar:

 

Şimdiden çekilecek acısı bunun,

duyulacak mahzunluğu şimdiden.

Böylesine sevilecek bu dünya

"Yaşadım" diyebilmen için.

 

 

Alıntılar:

Jose Saramago - 1998 Nobel ödülü konuşması

Nazım Hikmet - Yaşamaya Dair

Yazının orijinali: Ölmek zorunda olmam ne yazık

Ölmek zorunda olmam
bottom of page