top of page

Haftalık Psikoloji Bülteni'ne üye ol

Teşekkürler.

HUZURSUZ EMOŞ.jpg

O ikinci oku atmayın




Ana fikir: Bir hata yaptıktan sonra kendimizi suçlarken bonkör davranabiliyoruz. Bunun nedenleri; davranış kalıplarımızı değiştirmektense kendimizi suçlamamızın daha kolay olması, zihnimize yerleşmiş otoriter iç ses ve sevdiklerimizi kaybetme korkusu olabilir.


Budha, öğrencisine sorar; “eğer kişi, ok ile vurulursa acı çeker mi? “Evet,” diye yanıtlar öğrencisi, “acı çeker.” “Peki” der Budha, “eğer kişi ikinci bir ok ile vurulursa, bu daha acı verici olmaz mı?” Öğrenci yanıtlar, “evet, daha acı verici olur.” Budha örneğini açıklar:


“Hayatımızda her zaman ilk oktan kaçınamayız. Ama bu ikinci ok, yediğimiz ilk oka verdiğimiz tepkidir. Ve seçerek saplarız onu.”


“İkinci oku atmayın kendinize.”


İkinci ok, yanlışlarımıza, hatalarımıza, kusurlarımıza verdiğimiz abartılı, aşırı genelleyici tepkidir.


Kötü bir seçim yaptığımızda, zihnimize yılan gibi sızan “sen zaten hep kötü seçim yaparsın” fısıltısıdır.


Kızdığımızda, öfkelendiğimizde, sinirlendiğimizde “neden kendini tutamıyorsun” diye yankılanan kibirli iç sesimizdir.


Ufak bir hatamızda, yaptığımız bütün büyük hataların ayrıntılı listesini çıkarıp elimize veren uğursuz gölgemizdir.


Kendimizi merhametsizce yargılamada ve suçlu bulmada cömert davranmamızın bir nedeni değişim için sorumluluk almaktan kaçınmamız olabilir.


Peyami Safa, suçlamanın anlamaktan kolay olduğunu, çünkü anlarsak değişmemiz gerektiğini yazar. Anlamak, sorumluluk getirir. Değişim sorumluluğu.


Hatalarımızı anlamak yerine berbat bir mantıkla onları değiştirilemez karakter özelliklerimizin veya kaderin bir sonucu olarak görürüz. Bu sayede, bizi hataya iten onlarca faktör üzerine düşünmez, yeni adalar keşfetmez, bilindik - güvenilir sularda boğulmaya devam ederiz.


Oscar Wilde ise, Dorian Gray’in Portresi’nde, kendimizi suçladığımız zaman başkalarının bizi suçlama haklarını ellerinden aldığımıza inandığımızı yazar.


O zaman şu soruyu sorabiliriz. Kendimizi, kendi iç sesimizle mi suçluyoruz? Yoksa, bir şekilde hayatımızda otorite figürü olmayı sağlamış kişilerin sesleriyle mi?


Öncelikli davranarak kimin veya kimlerin bizi suçlamasının önüne geçmeye çalışıyoruz?


Ebeveynlerimizin mi? Öğretmenlerimizin mi? Kimin?


Çocukken ayağımızı çarptığımızda masayı suçlarken, başkası bize çarptığında kendimizi suçlayabilme noktasına nasıl geldik? Bu tuhaf durumun bir nedeni de kaybetme korkusu olabilir.


Engin Geçtan, sevgilerine muhtaç hissettiğimiz kişilere yönelik kızgınlığımızı dışarıya vuramadığımızda, içimize yöneltebileceğimizi söyler. Sevgilerini kaybetmek istemediğimiz bu insanları simgesel olarak içimizde taşır, benliğimizin bir parçası sayarız.


Dolayısıyla onlara öfkelendiğimizde, benliğimize, yani kendimize öfkelenmiş oluruz.


Bazen, bizi yaralayan o ilk oktan kaçınamayız.


Sevdiklerimiz bizi yaralayabilir; arkadaşlarımız, ebeveynlerimiz, çocuklarımız bizi yaralayabilir, işverenlerimiz bizi yaralayabilir, iradesizliğimiz, doymak bilmezliğimiz, sevgi arsızlığımız, sabırsızlığımız bizi yarayabilir. Hayat bizi yaralayabilir.


İlk okun verdiği tesir nedeniyle düş kırıklığına uğrayıp, ikinci oku kendimize saplamaktan vazgeçmeliyiz.



Comments


bottom of page